2000 KISA FİLM YAZILAR - HABERLER

İçeriğe git

Ana menü:

2000 KISA FİLM YAZILAR

YAZILAR
 
AMATÖR SİNEMAYA DEVLET SANSÜRÜ
1972 yılı.
Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde öğrenciyim. Esas amacım üniversiteyi bitirdikten sonra yurtdışında sinema eğitimi yapmak. O yıllarda ülkemizde  sinema eğitimi henüz başlamamış. Mehmet Fuat’ın yayınladığı “Yeni Dergi” için yönetmenlerimizle söyleşiler yapıyorum. “Yenigün” gazetesinde sinemaya ilişkin yazılar yazıyorum.. Ayrıca Büyük Millet Meclisi’nin hemen yanında bulunan “Çankaya Halk Evi” ne gidip geliyorum.
Yedinci Sanat” isimli sinema dergisinin çok sadık bir okuyucusuyum. Orada “Hisar Kısa Film Yarışması”ndan söz ediliyor. Katılma koşulları anlatılıyor. Çocukluğumdan beri sinemaya sevgim var. Daha ilkokul yıllarımda, sokaktaki bir evin gölgeli duvarına resimler yapıştırdığımı, ayna ile bu resimlerin üzerine güneş ışığını yansıtarak  rasgele öyküler anlattığımı ve bu sayede  mahallenin çocukları arasında sükse yaptığımı  hatırlıyorum. Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Profesör Nimbüs” isimli resimli bantları keserek uçlarından  birbirine yapıştırdığımı, bu uzun şeridi sopalara sararak lokum kutusu içinde  “Çizgi Film” seansları düzenlediğimi biliyorum.
Amacım bir film çekerek “Hisar Kısa Film Yarışması”na katılmak. Ankara Ulus semtinde bulunan “Ordu Pazarı”nda Quarz marka 8mm lik bir kamera var. Motoru yok. Elle kurarak çalıştırıyorsunuz. Taksitle veriyorlar. Ordu pazarından alışveriş yapabilecek birini araya sokarak yaşamımdaki ilk kameraya sahip oluyorum.  
Artık senaryo yazmak ve bunu filme çekmek gerekiyor. Bu konuda birçok kitap okuduğum için çok zorlanmıyorum.
Filmin adı “ŞEHRİN ORTASINDA BİR GÜN”. la Bruyère’in şu sözleri ile başlayacak “ İnsan doğuştan iyi veya kötü değildir ama zengin veya fakirdir”.
Filmin konusu ise kısaca şöyle; Biri on yedi yaşlarında diğeri yedi sekiz yaşlarında iki çocuk, bir kış günü,  sabahın erken saatlerinde şehre girerler. Küçük çocuk dilenmek için bir duvar dibine oturur. Büyük olanı ise çöp bidonlarını karıştırarak şişe toplamak için ondan uzaklaşır. Film “olan durum” ile “olması gereken durum” arasındaki  fark üzerine kurulur. Örneğin dilenen çocuğu birden bire temiz giysiler içinde okulda arkadaşları arasında görürüz. Yada çöpe elini sokan çocuk tam şişeyi tutacağı sırada, bir kızın elini tutar ve birlikte dolaşırlar. Buna benzer sahneler.
Film şöyle biter: “ Akşam olmaktadır. Şehir, sıcak yataklarına girmeye hazırlanmaktadır. Hareket odalara çekilmiş, sokaklar boşalmaya başlamıştır. Hafif bir karanlık çöker. Neon ışıkları insanları lokantalara, otellere, gazinolara davet eder. Her şey sesizdir. İkisi de, sabah geldikleri yönde kentin varoşlarına doğru uzaklaşırlar.”
Tiyatrocu arkadaşım Ali Erkan Güneri ve komşu kapıcımızın oğlu oyuncularım.
Hergele Meydanı’ndaki bit pazarına giderek kostümleri, aksesuarları satın alıyoruz ve karlı bir kış günü motor diyoruz.
Başlangıçta her şey iyi gidiyor. Tek sorun soğuk hava. Ali’nin yırtık ayakkabılarının ucundan çıkmış olan parmakları sık sık mosmor kesiliyor. Ara veriyoruz, tekrar başlıyoruz.
İlk sansür girişimi ile Bahçelievler’deki bir çekim sırasında karşılaşıyorum. Ali yürüyecek  ve bir çöp bidonunu karıştırmaya başlayacak. Film dönmeye başlıyor, Ali ilerliyor ve çöp bidonuna elini sokuyor. Birden yukarılardan bir yerden bir çığlık sesi duyuyorum. Başı bigudilerle sarılmış bir kadın, yarı beline kadar pencereden sarkmış “Bizim çöplerimizi çekmeyin, bizim çöplerimizi çekmeyin” diye bağırıyor. Hayda! Sanki çöp bidonunun üzerinde kadının adı yazılı yada biz jenerikte çöp bidonlarının adresini vereceğiz. Neyse patırtıya gerek yok. Zaten çekeceğimizi çekmişiz. Oradan uzaklaşıyoruz.
Daha ciddi bir engelleme ile ise, birkaç gün sonra karşılaşıyoruz. Yer Kızılay Meydanı. Küçük çocuğun dilenme sahnesini çekeceğiz. Gima’ya yakın bir yere çocuğu oturtturuyorum. Gelen geçen insanların ayakları arasından çocuğun yüzünü göreceğiz. Çekim başlıyor. O da ne? Önümden geçmesi gerek insanlar vizörde bana doğru yürümeye başlıyorlar. Yoğun bir homurtu sesi bu kargaşaya eşlik ediyor. Çocuk ağlıyor. Tek derdim kameraya bir şey olmasın. Sıkı sıkı ona sarılıyorum. Paltomun yakasından tutup beni  sürükleme başlıyorlar. “Komünistler...komünistler... diye  bağıranlar var. Aman Tanrım! Galiba yönetmenlik serüvenim daha başlamadan kanlı bir şekilde son bulacak. Birden bire bir her şey masmavi oluyor. Tamam diyorum, gökyüzüne doğru uçmaya başladım bile. Daha sonra bu maviliğin bir belediye zabıtasının giysisi olduğunu anlıyorum. Beni ve çocuğu ite kaka bir cipe bindiriyorlar  ve o zaman Sıhhıye’de bulunan merkeze götürüyorlar. Kaçak olarak yakalanmış seyyar satıcılar, dilenciler, hırsızlarla aynı hücreyi paylaşıyoruz. Bir iki saat sonra sıra bize geliyor. Orta yaşlı bir adamın karşısına çıkarılıyoruz. Amacımızın ne olduğunu soruyor. Babacan tipli bir adam. O an kafadan bir senaryo uyduruyorum: “ Bu çocuk dileniyor” diyorum, “ Ama oradan geçmekte olan  varlıklı ve iyi kalpli bir insan bu çocuğu görüyor. Onu okutarak topluma yeniden kazandırıyor.” Görevli dinliyor. Öyküyü beğeniyor. Bizi serbest bırakırken arkamızdan da nasihat dolu sözler sarf ediyor; “ Gidin daha sakin yerlerde çekin. Bula bula Kızılay’ın göbeğini mi buldunuz ?
Küçük çocuk bu “Light linç” olayı ile sürekli titrediği için onunla çalışmaya ara verip, büyük çocukla çekimlere devam etmeye karar veriyorum.  Çankaya semtinde bizim evin önünde çekim yapacağız. Senaryonun bu kısmı şöyle: Çocuk gelecek, çöp bidonlarını karıştıracak. Başını kaldırdığında, temiz giysiler içinde küçük çocuğun camdan kendisine gülümsediğini görecek. Tekrar başını kaldırdığında ise pencerenin boş olduğunu, bunun bir düş olduğunu fark edecek.
Mesnevi sokak Çınar Aparmanı önünde hazırlıklarımızı tamamlıyoruz.
Çekimler sorunsuz bitiyor. Başka planları çekmek için araba biniyoruz. Birden bire nereden çıktığını anlayamadığım sivil polis otoları, Amerikan filmlerine yakışır bir hızla bizi çember içine alıyor. İçinden polisler fırlıyor, “ Kımıldamayın”.  Çankaya polis karakoluna götürülüyoruz. Ali Erkan Güneri ve beni ayrı ayrı odalara alıyorlar. Sorgu başlıyor. Casus olup olmadığımızı soruyorlar. Türkiye aleyhinde propaganda yapmak için mi bu çekimleri yapıyoruz ? Neden güzel şeyleri çekmiyoruz ?
Dilim döndüğünce kendimi savunmaya çalışıyorum. En sonunda serbest bırakılıyoruz. Bu kez de peşimize adam takıyorlar. Biz nereye onlar oraya. Haftalarca birlikte dolaşıyoruz.
Filmi bitirebilmek artık pek kolay değil. Devamlı izleniyoruz. Son çare olarak sansür heyetine başvurup izin almak tek çözüm gibi gözüküyor.
18.3.1972 günü, Ankara Emniyet Genel  Müdürlüğü 9. Şube Müdürlüğü’ne şu dilekçeyi gönderiyorum:
Her yıl İstanbul’da düzenlenmekte olan Hisar Kısa Metraj Film Yarışması’na 8mm lik ve 15-20 dakika sürecek bir film ile katılmak için Ankara Valiliği’ne yaptığım müracaat Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne havale edilmiş, oradaki eğitim bölümü de senaryoyu incelemiş, sizlerinde onayını almak için müdürlüğünüze havale etmiştir. Gereken işlemin yapılmasını en derin saygılarımla rica ederim.”
“8 mm lik” sözünün altını özellikle çiziyorum çünkü aslında, ticari amaç gütmeyen amatör bir çalışmanın sansüre başvurması diye bir zorunluluk yasalarda yok.
3.4.1972 günü “KARAR” başlıklı bir yanıt alıyorum:
Senaryonun Adı: Şehrin Ortasında Bir Gün
Senaryonun Yazarı: Hilmi Etikan
Filme Alacak Kurum: Sahibi
Kontrol Sebebi: 8 mm lik Yarışma Filmi
Kontrol Tarihi: 3.4.1972
Karar No: 972/95
Dosya No: 91122/5636
Hilmi Etikan’ın yazdığı senaryo, 3.4.1972 tarihinde Merkez Film Kontrol Komisyonu tarafından tetkik edilmiş olup adı geçen senaryonun Nizamnamenin 7. maddesinin 5. fıkrası ( Milli rejime aykırı olan siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapan) gereğince filme çekilmesinin sakıncalı bulunduğuna oy birliği ile karar verilmiştir.
Başkan Sahir Behlülgil ( İçişleri Bakanlığı)
Üye Feriha Sanerk ( Emniyet Genel Müd. 9. Şube Müdürü)
Üye Albay Rıza Özergon ( Genel Kurmay Başkanlığı)
Üye Ekrem İrge ( Basın Yayın Genel Müdürlüğü )
Üye Fevzi Körüklü ( Milli Eğitim Bakanlığı )
Bu filmi bitiremedim.
Hem oyuncular, özellikle küçük çocuk çok tedirgin olmuştu, hem de hükümet tüm görkemi ile, ülkeyi bizim gibi zararlı unsurlardan korumak için çoktan gerekli önlemleri almıştı. Türkiye zaten 12 Mart 1971  muhtırasına doğru gidiyor ve yeterince karışık günler yaşıyordu. Bir de benim karıştırmamın alemi yoktu.  Ankara Sansür Heyeti’nin uyanıklığı sayesinde ülke, bir felaketin daha kıyısından dönmüş, kendisi gibi düşünmeyen gençlere gereken yanıtı vermişti. Her şey artık daha güzel olacaktı.
Karar bana iletildikten birkaç gün sonra, Cumhuriyet Gazetesi’nde, birçok kişinin dikkatini bile çektiğini sanmadığım küçük bir haber yayımlandı. “Bundan böyle, amatör bir çalışma bile olsa tüm öykülü tüm filmler çekim öncesi sansüre başvuracak ve ancak izin alındıktan sonra çekim başlayabilecek” ti.  Amatör çalışmalar için, yasalarda böyle bir hüküm olmamasına karşın, vatansever bürokratlar hemen kolları sıvamış ve kendi yasalarını kendileri koymuşlardı.  
Bu  uyarının ne denli uygulandığını, daha sonra hangi kısa film çalışmalarını engellediğini bilemiyorum. Ama şurası kesin ki,  çoğu zaman hükümetler, sosyal konuları irdeleyen ve toplumun ezilen kesimlerinden yana tavır koyan  sanat ürünlerinden her zaman çekinmişler, yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, gençlere potansiyel suçlu olarak bakmayı, varlık nedenlerinin  ayrılmaz bir parçası olarak benimsemeyi sürdürmüşlerdir.   
 

BELGESEL  SİNEMAYA SEKTÖR SANSÜRÜ
Türkiye yine zor günlerden geçiyor. Her şey karma karışık. Gün geçmiyor ki bombalar patlamasın, insanlar öldürülmesin. Değerli bilim adamları, savcılar, sendikacılar, gazeteciler, öğrenciler tek tek yok ediliyor. Suçlular bulunamıyor.  Bu saldırılar içindeki en acı örneklerden birisi de , DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in 22 Temmuz 1980 günü evinin önünde katledilmesi.
Bir gün sonra İstanbul Vatan Caddesinde yaklaşık 800 bin kişinin katıldığı büyük bir yürüyüş düzenleniyor. I6mm lik bir kamerayla bu olayı baştan sona filme çekiyorum. Sanırım 240 metre film kullanıyorum. Demek ki 24 dakikalık bir çekim. Filmi banyo yapılması ve iş kopyası basılması için “Şafak Film Stüdyosu” na  bırakıyorum. 12 Eylül 1980 günü, Orgeneral Kenan Evren ve dört kuvvet komutanının oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi ülke yönetimine el koyuyor. Parlamento feshediliyor. Sendikaların kapısına mühür vuruluyor.
Evlere ve işyerlerine rast gele baskınlar düzenlenmeye başlanıyor. Kimin nereye götürüldüğü, alınan belgelerin ne yapıldığı belli değil. Ben elimdeki belgesel filmleri bu kargaşadan nasıl kurtaracağım endişesiyle doluyum. Kimse yardımcı olmak istemiyor. Başına dert almaktan çekiniyor. Kemal Türkler’in cenazesinde çektiğim filmi stüdyodan almadığım için doğru karar verdiğimi düşünüyorum. Nede olsa en güvenli yer orası. Her taraf film dolu.
Ayrı bir yazıya konu olabilecek zorlukları aşarak, sevgili dost İbrahim Akyürek’le birlikte, elimizdeki belgesel filmleri korumayı başarıyoruz.Ortalık biraz da olsa sakinleşme başlayınca, negatifi almak için “Şafak Film Stüdyosu” na gidiyorum.
Şirketin ortaklarından ve müdürü olan Türker Vatan, bana  negatif filmi imha ettiklerini çünkü sıkıyönetimden çekindiklerini anlatıyor. İnanamıyorum. Film daha negatif halinde bir belge.
Kurgulanmamış, seslendirilmemiş. Kaldı ki filmin kime ait olduğu belli. Herhangi bir gizlilik, yasa dışı durum yok.
Bu çok önemli bu  belge film ne yazık ki bugün elimizde değil. Hala bunun bir şaka olabileceğini düşünüyorum. Belki birileri saklamıştır, bir gün  tekrar karşıma çıkar umudunu taşıyorum.
Diliyorum ki geçmişte yaptığımız hataları bir daha tekrarlamayız.
Yapıtlarımıza ve düşüncelerimize  karşı bizler kendimize sansür uygulamayız.
Bizim dışımızda, yasalarla konan engelleri kaldırmak çok da zor olmayabilir.
Esas çözüm, kendi içimizde  yeşeren korku ve sansür duygusunu alt edebilecek  olgunluk ve yürekliliğe  biran evvel sahip olabilmemizdir.
Hilmi Etikan
14 Eylül 2000


 
İçeriğe dön | Ana menüye dön