2016 KISA FİLM YAZILAR - HABERLER

İçeriğe git

Ana menü:

2016 KISA FİLM YAZILAR

YAZILAR


SIVASIZ DUVAR, SINIRSIZ HAYAL

Seksenlerin sonlarıydı, üniversitedeydik, sinemaya meraklıydık. Bunuel'den Resnais'ye film gösterimleriyle zaten müdavimi olduğumuz Fransız Kültür Merkezi'ne gittik, İFSAK Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali'nin açılış kokteyline katıldık, önümüze gelenle sohbet ettik ve konuşkan, yerinde duramayan, sıcak kanlı bir adamla tanıştık. O adam geçtiğimiz günlerde SİYAD'ın onur ödülünü kazandı çünkü yıllardır kısa filmi teşvik ediyor, festival düzenliyor, yol gösteriyor, yol açıyor. Herkesin hemfikir olacağına eminim; Hilmi Etikan Türkiye'de kısa filmin belkemiği.
Ödülün hemen ardından sohbet için kapısını çalıyorum. Bilgisayarı bozulmuş, format atıp düzeltmeye çalışıyor. Canı sıkkın ama bana yetecek kadar güleryüzü de var. Kısa film dünyasına yolu düşmüş olanlar bilir; Hilmi abi çok konuşkandır ama konu kendisi olunca sözlerini tasarruflu kullanır. Ben biraz kendi bildiklerimi anlatayım biraz da ondan taze taze dinlediklerimi.
Festivalin tomurcuklandığı günlerde tanıştıktan sonra o üniversitemize söyleşiye geldi, biz onun ofisine bu işlerin bir ucundan tutmaya gittik. Orada yaptığı ödüllü 'Tarlabaşı Tarlabaşı' belgeselini seyrettik. Şişhane'den Taksim'e kadar uzanan bölgedeki binalar bir bulvar uğruna kural tanımayan bir balyozla gözümüzün önünde yıkılmıştı ama onun kamerası sayesinde yıkıma maruz kalan binaları ve sakinlerini tanıyabildik.
Ağırlıklı olarak belgeseller, sivil toplum filmleri hazırlıyordu ama kısa film her daim o ofisin orta yerinde duruyordu. Yarışmanın ve festivalin hazırlıkları, bir şey danışmaya gelenler, kamera istemeye, film istemeye, film göstermeye gelenler... Hilmi abi bıkmıyordu tam tersi seviyordu. Bu sevginin kaynağı Eskişehir'de ilkokul öğrencisi olduğu yıllara kadar uzanıyor.
Bizim ev kentin bittiği yerdeydi. Sıvasız bir duvarı vardı ve harçların bazı yerleri delikti. Gazetelerden fotoğraflar keserdim. Onları sopalarla o deliklere yerleştirirdim. Çocukları oturturdum etrafıma. Yuvarlak arkası teneke asker aynasıyla alıp güneş ışığını fotoğrafların belli yerlerine düşürür, uydur uydur hikaye anlatırdım.
Sonra gençlik günlerinde okunan Yedinci Sanat dergisi, sinemaya yakın alan diye seçtiği Hacettepe Fransız Dili ve Edebiyatı, Memed Fuad'ın çıkardığı Yeni Dergi için Lütfü Akad, Metin Erksan gibi ustalarla yaptığı röportajlar, ordu pazarından aldığı ikinci el bir 8mm kamera, kendi kendine yaptığı denemeler... Hisar Kısa Film Yarışması'na göndermek için ilk ciddi bir prodüksiyonuna hazırlanıyor. 'Şehrin Ortasında Bir Gün' diye bir kısa film senaryosu yazıyor. Kenar mahalleden şehir merkezine gelip dilenen ve şişe toplayan iki kardeşin öyküsü. Oyuncular üniversiteden bir arkadaş ve yan apartmanın kapıcısının oğlu. Çekime başlıyorlar ve ilk engele tosluyorlar.
'Fahri kolluk kuvveti' taksi durağı çalışanları gerçek kolluk kuvvetini alarma geçiriyor.
Tabii o zamanlarda etrafta öyle fazla kamera yok. Herkesin ilgisi üzerimizde. Bir sahne çekiyoruz Çankaya'da, tam da bizim evin önünde. Genç lüks bir apartmanın önünde çöpü karıştırıyor, şişe falan bulmak için. Bir ara kafasını kaldırıyor. Yukarıda bir pencerede sabah dilenmek için sokağa bıraktığı kardeşini görüyor. Annem babam da camdan seyrediyorlar. Bir anda dört bir tarafımızı polis arabaları sardı. Baktım annem camda ağlıyor. Aldılar bizi götürdüler, oyuncuyu bir odada beni bir odada sorgulamaya başladılar. Casus muyuz, neciyiz? Baktım ben bunu yetiştiremeyeceğim sansür kuruluna başvurayım dedim. O zaman kural oydu. Yutturmak için senaryoya 'oradan geçen iyi bir adam genci bulur, topluma kazandırır' falan yazdım ama yine de 'milli rejime aykırı ideoloji propagandası yapan bu filme müsaade edilmemiştir' tarzında bir karar çıktı.
İlk denemesi gibi sinema merakı da içinde ukte kalmasın diye Fransa'ya gidiyor. Türkiye'de sinema okulu yok nitekim. Meşhur okul IDHEC'in yıllık iki yabancı öğrenci kotasını zorluyor ama sınavın 7.aşamasında 'ses kurgusu'na takılınca İsveçli rakibi foto finişle ekolün kapısından giriyor. O da Fransız Özel Sinema Konservatuarı'a yazılıyor. Ancak evden gelen 200 Frank sadece oda kirasına yetiyor. Bir terzinin yanında işe giriyor; tabii kaçak. Pasaportu kontrol sorumlusu konsolosluğa kaptırmamak için edebiyat masterı da şart. Sorbonne'dan bir profesör Etikan'ın sırtına tez küfesini yüklüyor: Claude Simon'un 'Ot' isimli romanının incelemesi. Böylece 1973 Paris'inde 'soluk soluğa' bir hayat başlıyor.
Sabah 6'da kalkıyordum. 8'de işbaşı. Hammallık yapıyordum, yerleri süpürüyordum, kumaşları renklere göre düzenliyordum, kahve getiriyordum. Sonra bisikletle konservatuara gidiyordum. Aksam 7'den 11'e kadar sinema eğitimi vardı. Gece 2'ye kadar da tezim için çalışıyordum.
Gurbette de memleketlerinin dertleriyle meşgul olan gençler olarak Fransa Türkiyeli Öğrenciler Birliği'nde biraraya geliyorlar. Dernek toplantılarındaki isimlerin bir çoğu bildik. Enis Batur, Ertuğrul Özkök, Banu Avar, Necmiye Alpay, Sibel Özbudun. Hilmi Etikan'ın ateşli tartışmalardaki arkadaşları ise Seyfettin ve Nedim Gürsel kardeşler. Bir akşam grubun içinden yaşlıca bir adamla gözgöze geliyorlar.
Yaşlı bir adam, belli ki öğrenci değil. Bana hiç yabancı gelmiyor. Birdenbire uyandım; bu adam film çekiyorum diye beni Ankara'da sorgulayan polislerden biri. Toplantıdan sonra çocukların yanına gittim 'Bu adam kim?' diye. 'Bu gariban bir işçi, fabrikada çalışıyor. Yatacak yeri de olmadığı için bizim dernekte yatıp kalkıyor' dediler. Düşünebiliyor musun? 'Ne işçisi?! Bu adam beni Ankara'da sorgulayan polis!' dedim. Şaşırıp kaldılar. Zaten adam da bir daha ortalarda görünmedi.
Sayılı yıl çabuk geçiyor ve geri dönüyor Etikan. Ancak adres bu kez İstanbul çünkü DİSK'te tam da ona göre bir iş var. Sendikanın film-foto merkezini başlatıyor, eylemleri ve toplantıları çekiyor, film arşivini kuruyor ve onu koruyor.
Her gün biri geliyor 'Bana şu filmi ver, akşam bir toplantıda göstereceğiz' diyor. Alan ya geri getirmiyor ya da parçalanmış getiriyor. Ben de soruyordum 'Nerede, hangi makinede gösterilecek, kim gösterecek?' diye çünkü film göstermek öyle basit bir iş değildi. Vermeyince de gidip Kemal Türkler'e şikayet ettiler beni, o da 'Hilmi vermiyorsa benim yapabileceğim bir şey yok' demiş.
İş ağır, tek başına mümkün değil. Portföyünde Zonguldak'ta çektiği işçi fotoğrafları olan İbrahim Akyürek'i yanına alıyor. Gün geçmiyor ki biri gelip 'Şu fabrikada eylem var' demesin. Ağır ekipmanı sırtlanıyorlar, heyecanla dışarı fırlıyorlar. Ve Merter'de otobüs bekliyorlar. Ve sonra Mecidiyeköy'de yine otobüs bekliyorlar. Az gidip uz gidip bilmem neredeki fabrikaya 'Nerede eylem?' diye vardıklarında bakıyorlar ki bitmiş eylem.
Bu böyle olmaz, bize araba lazım dedim ama dinletemedim. Sonra ısrar edince çok eski beyaz bir vosvos verdiler. Ruhsat da Kemal Türkler'in üzerineydi. Onunla gitmeye başladık çekimlere. Grev Destanı diye bir belgesel çektik 1977'de. Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası'nın başında Turgut Özal vardı ve toplu sözleşme görüşmeleri tıkanınca çok sayıda fabrikanın çalışanları greve gitti. Bizim vosvosla şehir şehir bütün fabrikaları dolaşıp belgeseli hazırladık.
DİSK'teki çalışma arkadaşı Akyürek ona ömürboyu sürecek bir uğraşın kapısını açıyor. İFSAK'la tanışan Etikan vakit kaybetmeden İbrahim Akyürek'le birlikte sadece adı olan sinema birimini canlandırıyor. Kısa süre içinde tutkularını paylaşan bir kaç arkadaşıyla birlikte ulusal kısa film yarışmasını üstleniyor.
Yarışma düzenliyoruz ama duyurmak sorun. Gazetelerden rica ediyoruz. Filmler sadece 8 mm herkeste kamera yok olsa da kurgu yok. Çoğunlukla çekilenler seyahat anıları. Yarışmaya 3-4 film ancak geldi. Sonra zaman içinde ilgi arttı, adı Kısa Film Günleri oldu. O günden bugüne sürdürdük, 1980'de bile durmadık.
Bu yarışmadan -klişe tabirle- kimler geldi kimler geçti. Bugün sinemada ismini bildiğiniz hemen herkes ve çoğunuzun bilemeyeceği, kısa filmin sevdalısı isimler. Ben buraya isimlerini değil 'kısalarını' yazayım, sizin içinizdeki araştırmacı ruh canlansın. Buradan Uzağa, Magnafantagna, E.B. İçin İki Şarkı, Çizgim, MOBAPP, Roman, Koza, Kedi Gözü, ZAP, Kopi...
1990 yılında, tam da herkesin hevesli olduğu bir dönemde, Hilmi Etikan kısa film dünyasını bir araya getirecek bir sempozyum planladı. Sorunlar tartışılacak, dernek kurmanın yolları aranacaktı. Şimdi kaderine terkedilmiş, Galip Dede yokuşundaki Teutonia binasında 1.Ulusal Kısa Film Sempozyumu düzenlendi. Biz de bir kaç üniversiteli arkadaş bir ucundan tutmuş olduğumuz için salonda yerimizi almıştık. Deneysel sinemadan salonlarda kısa film göstermenin yollarına her şey tartışıldı.
Orada 'örgütlenelim, dernek kurulsun' denince biz de heyecanlandık. Hatta ben hemen gidip yer bakmaya başladım. O zaman Vakko'nun binasının yakınında bir yer buldum. 3.katta asansörlü, üç odası salonu olan güzel bir yer. Oturdum bütün katılımcılara mektup yazdım. 'Ben dernek için yer buldum, adam başı 10'ar lira yollayın da burayı kiralayalım, masa, sandalye alalım' dedim. İki üç kişi dışında hiç kimse geri dönmedi. Bir de Antalya'dan bir öğrenci para göndermişti; basında okumuş.
İlginçtir, kısa filmin bu kadar içinde olan Hilmi Etikan kendisi neredeyse hiç kısa film çekmemiş. Neden? Kendisinin tek bir yanıtı yok. Biraz sendika, biraz organizasyon, biraz eğitmenlik derken geriye kalan alanı onun için belgesel dolduruyor. 80'lerden beri belgesel çekiyor. Tarlabaşı Tarlabaşı, Ruhi Su, Mimar Kemalettin, Kayaköy, Kısa Film Tarihi, Belgesel Tarihi... Belli ki kendini ifade etmenin yolunu belgeselde buluyor.
Hilmi Etikan 30 küsur yıldır kısa film dünyasına bir platform yaratırken aslında bir 'büyük aile' oluşturdu. Kendi dünyasında filmlerini çekenler onun sürekli canlı tuttuğu bir festival ortamında biraraya geldiler, tanıştılar, tartıştılar, başkalarının dünyalarını gördüler. Bugün o insanların bir çoğu görüşür, kısa filme ilgi duyar, Etikan'ın yanına uğrar, festivale katılır. Herkeste emeği vardır.
Bugün her yerden kısa filmlere ulaşmak mümkün belki ama kısa filmin varlığını 80'lerde ve 90'larda sürekli hatırlatan, sinema tutkunlarına dünya sinemasının örneklerini hem de büyük perdede gösteren İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali oldu. Tabii Hilmi abi tek uğraşla duramadığı için Altın Koza'nın kısalarını da üstlendi, her yıl atölyeler düzenleyip yüzlerce meraklıya kısa film çekmeyi de öğretti.
Merak ediyorum Hisar Yarışması'ndan bugüne kısa film becerimiz yeterince gelişti mi? Bu, kısa filmin Türkiye'deki tarihine neredeyse başından beri tanıklık etmiş birinden başka kime sorulur ki?
Gelişti tabii. Özellikle son dönemlerde. Zaten eskiden yapılamıyordu ki gelişsin.  Kısa filmciler teknolojiyle imkanlar artınca daha çok gördükçe ve daha çok yaptıkça geliştirdiler. Ancak kendimizi kandırmayalım; yurtdışındaki gibi profesyonel çalışma olanakları hala çok kısıtlı. Stüdyo kiralayarak, müziğe, senariste, oyunculara, kostüme, dekora para vererek kısa film yapmak lüksüne sahip değiller. Bir film çekmek sadece kamera demek değil. Yapımcı yok bu alanda.
Hilmi Etikan bitmez bir enerjiyle söyleşiler, buluşmalar, atölyeler düzenler, konukların önüne düşüp onları Anadolu Kavağı'nın tepelerine götürür, bizim kısacılarla tanıştırıp diyalog kurmalarını sağlar...dı. Bir kaç yıldır bakanlıktan can suyu taşıyan musluk kuruyunca bunlar geçmiş zamanda kaldı. Şimdi kendi yağında kavrulmaya çalışıyor festival ancak altyazı, katalog, ağırlama derken kavrulan Etikan'ın kendisi oluyor. Neyse ki kemik bir ekip(sağ kolu emektar Necip Sevindik, eşi Yıldız Etikan ve kızı Duygu Etikan) her daim yanındalar. Festivalden önceki 3-4 ay boyunca bu ekibin gecesi gündüzü başvuru formları, dvdler, bitmez yazışmalar, çeviriler ve sponsorluk görüşmeleriyle geçer. Sonra jüri gözleri şaşı olana kadar kısa film seyreder. Birden çok filme çok ödül vermek istediklerinde Etikan tarafından püskürtülürler. Yıllardır kataloğu hazırlayan Sinan Turan uğrayıp 'Bak yetişmeyecek bu gidişle' der. Altyazılar ucu ucuna yetişir. Ve açılış gecesi Hilmi Etikan sahneye çıkıp 'Şimdi ne diyeyim ki? Yine maddi destek yok mu diyeyim? Artık siz de sıkıldınız' diyerek acı bir tebessümle durumu özetler.
Aslında belgesel ve kısa film yıllardır hem kamu hem de özel nezdinde üvey evlatlıktan kurtulamaz. O yüzden SİYAD'ın Hilmi Etikan'a bu yıl onur ödülü vererek kısa filme de selam göndermesi çok anlamlı oldu. Ve bilsinler ki selamları alındı.
Hatırlanmak, yaptıklarının, çabalarının farkedilmesi, takdir edilmesi güzel bir şey. Tabii bunun SİYAD ödülü olması ayrıca önemli, çünkü hepsi değerli arkadaşlar.
Bilgisayar hala tam olarak çalışmıyor. Aklı ve gözü orada. Kıskanmıyorum ve uzatmaları oynarken son bir soru yöneltiyorum. Kısa filmle ilgili bir anı kitabı yazmayı düşümez mi?
'Olabilir ama zaman yok, hem hafızam da çok iyi değildir. Kaç kişinin ilgisini çeker ki zaten?' diyor hafif bezgin bir edayla. Sonra da beni üzmemek için topu taca atıyor 'Bundan sonra kendime daha fazla zaman ayırmayı düşünüyorum. Belki o zaman olur. Hadi sen kendine içeriden çay koy!'
HAŞMET TOPALOĞLU  (Altyazı Dergisi - Nisan 2016)


HİLMİ ETİKAN - SÜREYYA KÖLE  

Kısa film “süre” ölçeğinde değerlendirilen bir film türü olsa da herhangi bir kısa süreli görüntüyü –mesela reklam film vb.- kısa film olarak değerlendirebilir miyiz? Başka bir deyişle, kısa filmi kısa film yapan hangi özellikleridir?
“Kısa Film” denince doğaldır ki ilk akla gelen filmin kısa süreli bir çalışma olması. Bu süreyi de belirleyen, kısa filmler ticari dolaşım çıkmadığı için, festivaller programları oluyor. Genellikle 30 dakika civarındaki filmleri bu kategoriye sokabiliriz. Ama bence, kısa kurmaca, canlandırma, deneysel filmlerin 7 veya 8 dakika civarında olması, belgesellerin de 20 dakikayı geçmemesi en ideal olanı. Festivaller, günümüzde, genellikle 20 dakikayı geçmeyen kısa filmlere yakın duruyorlar. “Kısa filmi kısa film yapan özellikler” in başında süre sınırlaması geliyor. Doğal olarak bu sınırlı süre kullanımı filmin yapısını, senaryosunu da etkiliyor. Kısa sürede seyircide yaratılmak istenen algının, çok iyi disipline edilmesi şart. Kısa zaman içinde, alışık olduğumuz klasik türde bir öykü yumağı kuramayız. Daha çok “Bir anı yakalamak” şeklinde, basit, zeki, çarpıcı ve etkili bir yöntem izlemeliyiz.  Buna örnek ülkemizden Abdurrahman Öner’in “Buhar”, yurt dışından Denis Villeneuve’nin “ Next Floor” isimli filmlerini gösterebiliriz.  Ben reklam filmlerini, bir kısa film çalışması olarak görmüyorum. O filmler ayrı bir kaygı taşıyan, daha çok bir malı, hizmeti pazarlamaya yönelik çalışmalar. Ama örneğin Engin Ayça, benim gibi düşünmeyip, reklam filmlerini de kısa film kategorisine sokan yönetmenlerimizden. Bazen reklamcılarımız kısa film tadında çalışmalar da yapıyorlar ama yine de bu genel bir durum değil.
Film öyküsü, sinopsis, senaryo çoğu zaman birbirine karıştırılan kavramlar sanki; hele de kısa filmde. Bu konuda yaşanan karmaşaya son vermek adına, ne, nedir, ne değildir konusuna açıklık getirebilir miyiz?  
Bu konuda bir karışıklık yok aslında. “Film Öyküsü” filme temel olan olaylar bütünüdür. Bu öykü ya özgündür ( yani film için yazılmıştır ) ya da uyarlamadır ( daha önce yazılmış bir öyküdür ). Örnekleyerek gidelim isterseniz:
Öykü:
AVLUDAKİ TREN  ( Yazan Cemil Kavukçu )
Kardeşim anımsamıyor. O zamanlar çok küçüktü. Ama yine de, belleğinde küçük anı kırıntıları olmalı diye düşünüyorum. Gülüyor. Sonra da tren düdüğüne benzeyen bir ses çıkarıyor: “Böyle mi bağırıyordu?” diyor. Ürperiyorum. Kardeşim değil de, o bağırıyor sanki. “Evet,” diyorum, “aynı öyle bağırıyordu.” Omuzlarını silkip yeniden gülüyor. Onu hiç anımsamıyor, ne tuhaf.
Taş avludaydılar.
Annem, kardeşim ve ben avluya açılan pencerenin tülü ardından bakıyorduk. Duvarı delmiş gibi dışarı fırlayan soba borusundan savrularak uçuşuyordu dumanlar. Kardeşim daha iyi görebilmek için alnını cama dayamıştı. Ezik, dümdüzdü alnının o bolümü.
Soluğundan cam buğulanmıştı………
Kara ineği dışarı çıkarmaya uğraşan babamdan başka biri daha vardı avluda; meşin gocuklu, lastik çizmeli, pantolonu kan ve hayvan pisliği ile lekeli bir kasap! Yün, et ve gübre kokan bu adam kara ineğin ardına geçmiş, kuyruğunu bir sağa bir sola bükerek -yani Canını yakarak- yürütmeye çalışıyordu.
Senaryo:
DIŞ / GÜNDÜZ / EVİN YANINDAKİ TEPE
Ahmet ve Kadir bir tepenin üzerinde beraberce ayakta durmaktadırlar.
Uzakta bir köy evi görünmektedir. Geçmiş günlerdeki anıları üzerine konuşurlar.
Ahmet: O zamanlar sen çok küçüktün. Yine de bir şeyler hatırlamalısın.
Ahmet tren düdüğü sesine benzer bir ses çıkarır.
Ahmet: Duuuuuut. Bu ses de mi sana bir şey hatırlatmıyor?
Kadir: Böyle mi bağırıyordu?
Ahmet: Evet aynen böyle bağırıyordu.
DIŞ/GÜNDÜZ/EVİN PENCERESİ
İki çocuk (Ahmet ve Kadir’in çocukluğu) pencereden merakla dışarıya doğru bakarlar. Daha sonra yanlarına anneleri gelir.
DIŞ/GÜNDÜZ/AVLU
Baba kasapla birlikte zorla bir ineği yürütmeye çalışmaktadırlar. Baba ineğin ipini çekerken kasapta bir sopayla ineğin ayaklarına vurmaktadır.
Baba : Gel kızım gel!
Kasap: Akif  abi senin bu kız da… İnatçı hayvan. Yürüsene!  Anladı galiba kasap olduğumu.
Sinopsis:
Taşrada yaşayan bir ailenin, içine düştükleri ekonomik sıkıntıdan kurtulmak için önünde iki seçenek vardır;  Aile yadigârı dikiş makinesini ya da çok sevdikleri ineği satmak.  
Alınan karar giderek hazin bir anıya dönüşecektir.
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, “Öykü”, düz metin şeklinde, okunmak üzere yazılmış bir yazı. “Senaryo” ise, öykünün filme çekilebilmesi için, genellikle metinde değişiklik de yapılarak, filme çekilebilecek hale getirilmiş şekli. “Sinopsis”  ise, filmin kısa özeti,  festival kataloglarında filmi tanıtmak için kullanılan özet.
Kısa filmin tarihçesine baktığımızda, dünya ve ülkemiz için durumu nasıl özetleriz?
Dünya geneline baktığımızda, kısa film dünyasının çok renkli ve hareketli olduğunu söyleye biliriz. Televizyonlar, belediyeler, özel şirketler, kamu kurumları, sinema merkezleri tarafından desteklenen bu çalışmalar her geçen gün daha da yaygınlaşıyor. Özellikle batı ülkelerinde “kısa film” çok önemsenen bir sanat alanı. Her yıl yüzlerce film çekiliyor ve bunların büyük bir kısmı seyirci ile buluşma olanağı buluyor. Ama sanılmasın ki orada da her şey günlük güneşlik. Konuştuğum yabancı kısa film yönetmenleri de, karşılaştıkları zorluklardan, aşılması gereken engellerden söz ediyorlar. Yani uğraşmadan, çaba göstermeden, bazı riskleri göze almadan bir şeyler üretebilmek orada da zor. Bizde ki durum biraz daha faklı.  Ülkemizde bir “sinema merkezi” hala kurulamadığı için, gençlerin böyle bir kurumdan destek alma şansları yok. Tek destek “Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi” olarak öne çıkıyor. Her sene belli sayıdaki kısa filme destek veriyorlar. Olumlu bir yaklaşım olarak görüyorum ama yeterli olduğu söylenemez. Daha başka kurumların, TV kanallarının, yerel yönetimlerin de işin bir ucundan tutmaları gerekiyor. Kısa filmler ticari dolaşıma çıkamadıkları için, yapım öncesi ve sonrası verilebilecek katkılar çok önemli. Bizde kısa filmlerin büyük çoğunluğu, sinema okulu öğrencileri tarafından, eğitim gördükleri dönemde üretiliyor. Yani bunlar öğrenci filmleri.  Ama son yıllarda, bu geleneğin yavaş yavaş kırıldığını, geniş alana yayılmış sinema tutkunu insanlar tarafından da çok nitelikli kısa filmlerin üretildiğini görüyoruz. Türkiye de yaşayan ve film üreten gençlerimiz, toplum sorunlarımızı irdeleyen, çevre sorunlarına sahip çıkan, insan ilişkilerini sorgulayan, kadın haklarına geniş yer veren çok başarılı filmler üretiyorlar. Onlarla kıvanç duyuyorum. Gönül ister ki, daha iyi ekonomik koşullarda, daha rahat çalışsınlar. Filmlerinin dağıtım ve gösterimini daha çağdaş koşullarda gerçekleştirsinler. Umarım o günler de gelecektir.
Edebiyatta bir türlü önüne geçilemeyen yargıdır, yazarların öyküyü, romana geçişte basamak olarak kullandığı… Sanırım aynı yargı sinema alanında da kısa film ve uzun metrajlı film için söz konusu. Oysa tıpkı öykü gibi kısa film de bir tercih nedeni olamaz mı?  
Daha önce de söylediğim gibi henüz “kısa film” ticari bir sektör değil ve yapımcısına birkaç ülke hariç, para kazandıramıyor. Bu nedenle insanlar zorunlu olarak, ya uzun metraja geçmek ya da TV, reklam sektörü gibi başka alanlara yönelmek zorunda kalıyorlar.  Bu açıdan bakıldığında “kısa filmi” bir “atlama tahtası”, bir “kartvizit” olarak görmek olası. Ancak kısa film, sinema dili ve izleyici beklentisi açısından baktığımızda, apayrı ve çok keyif verici bir alan. Birçok yönetmeninin, onca uzun metraj film çektikten sonra, tekrar kısa film çekiyor olması da bunun en güzel kanıtı. Edebiyat alanında, salt “öykü” yazarak yaşamını sürdüren kişiler var ama ne yazık ki, şimdilik, sinema alanın da salt “kısa film” çekerek yaşayabilen benim bildiğim kimse yok.
Sinemada bir ilerleme yolu olarak görülmemiş olsa dahi, tüm bu yargılardan uzak, kısa filmle sinemaya giriş yapmış, ancak adını uzun metrajlı filmle duyurmuş yönetmenler arasında kimler var?
Bugün artık kısa film deneyiminden geçmeyen hiçbir yönetmen yok diyebiliriz. Eskiden, sinema okulları yokken, insanlar film çekmeyi, setlerde çalışarak, “çıraklık yaparak” öğrenirlerdi. Bu durum çok gerilerde kaldı. Artık insanlar film çekmeyi kısa film üreterek öğreniyorlar. Sanırım bugün ki yönetmenlerimiz arasında, Zeki Demirkubuz hariç, hepsi kısa filmden yetişme insanlar. Örneğin; Yeşim Ustaoğlu, Tayfun Pirselimoğlu, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Reis Çelik, Mustafa Altıoklar, Ümit Ünal, Belma Baş, Belmin Söylemez, Erdem Tepegöz, Hüseyin Karabey, Kazım Öz, Mahmut Fazıl Coşkun, Mehmet Eryılmaz, Özcan Alper, Pelin Esmer, Selim Demirdelen, Yüksel Aksu gibi.
Biliyoruz ki kısa film, bütçesi başta olmak üzere, pek çok açıdan kısıtlı olanaklarla ortaya çıkarılmakta. Bu noktada ortaya çıkan kısır döngüyü konuşalım isterim. Benim ilk aklıma gelen,  kısa filmin sektörde yerini alamaması mesela…
Evet, yukarıda da söylediğim gibi ne yazık ki bir sektör olmayı başaramıyor. Eskiden sinemalarda 35mm film gösteriliyordu, şimdi artık tamamen dijital olarak DCP (Digital Cinema Package - Dijital Sinema Paketi ) formatında gösteriliyor. Kısa filmler de artık kolaylıkla DCP formatına dönüştürülebiliyor. Bu yüzden gösterim sorunu teknik olarak çözüldüğü için uzun metrajlı filmlerin öncesinde kısa film gösterimlerinin yapılması için bir engel kalmadı denilebilir. Böylelikle hem seyirci festivaller dışında da kısa film izleyebilir, hem de para getireceği için giderek kısa film de bir sektöre dönüşebilir. Ama bunun için hem Kültür Bakanlığı’nın bu fikre ön ayak olması, hem de yapımcıların bunu benimsemesi gerekiyor.
Kısa film, izleyicisiyle çok rahat buluşabilen bir film türü müdür? Bu noktada, film festivallerinin ve internet alanında yaşanan gelişmelerin bu buluşmadaki payı nedir?
Aslında kısa filmler, sanıldığını aksine, eğer nitelikli bir çalışma ise, çok sayıda seyirciye ulaşabiliyor. Belki garip gelecek ama çoğu kez uzun metraj filmlerden daha çok izleniyor.
Bunun nedeni daha kolay salon buluyor olmalarından, daha kolay çoğaltılıp dağıtılmalarından ve dünyada daha çok sayıda kısa film festivali olmasından kaynaklanıyor. Uzun metraj bir filmin bir ülkede gösterilebilmesi için, o ülkedeki ticari dolaşıma girmesi gerekiyor ki, bu Amerikan filmleri rekabeti karşısında çok güç. Diyelim ki “A” isminde bir uzun metraj çektiniz. Bunun örneğin Singapur’da, Yeni Zelanda’da, Çin’de, Şili’de seyirci ile buluşması çok güç. Oysa yine “A” ismindeki kısa metraj filminizin bu ülkelerde izlenmesi hiç de olanaksız değil. Her zaman söylüyorum “Sen iyi bir kısa film çek, o dünyayı senin ayaklarına getirecektir”. Internet ise, çok hızla yayılan bir alt yapı olanağı. Onun geleceği tartışmasız çok parlak.  Artık evlerde,  büyük TV ekranlarını da internete bağlayabildiğinize göre, hem ses hem de görüntü kalitesi açısından da sorun yok demektir. Ama Youtube gibi sitelere konan, gelgeç eğlencelikleri, “şu kadar izlendi, bu kadar izlendi” söylemlerini ben ciddiye almıyorum.  O görüntülerin çoğu, “kullan at” türü tüketim malzemeleri olmaktan öte bir şey değil.
Kurucusu ve idarecisi olduğunuz film festivallerinin gösterim ve yarışma bölümleri için uzun yıllardır çok sayıda kısa film izlediğinizi bir gerçek. Tüm bu filmler içinde sizi çok etkileyen ve sizin için ayrıcalığı olan bir film var mı? Belki anlatmak istersiniz…
Evet uzun yıllardır kısa filmler izliyorum. Şu anda hepsini anımsamam olası değil. Son yıllarda izlediğim yabancı filmler arasından birkaç film sayalım dersek, Kanadalı yönetmen Benoit Desjardins’in “ Welcome Yankee”, İsviçreli yönetmen Jan Czarlewski’nin “ Stammering Love”, Fransız yönetmen Daniel Metge’nin “ My Sweetheart”, İspanyol yönetmen Marina Seresesky’nin “ The Wedding”, Polonyalı yönetmen Piotr Szczepanowicz’in “Railway Watchman”, Fransız yönetmen Lionel Kaplan’ın “The Trouble With Lucie”, Yunanlı yönetmen Rinio Dragasaki’nin “ School Yard” , Arjantinli yönetmen Damian Dionisio’nun “ The Missing Looks” isimlerini verebilirim.
Ülkemizden ise, isim saymaya kalkarsam mutlaka birilerini unutup eksik bırakabilirim.  Büyük bir çoğunluğu kaliteli işlere imza atıyorlar. Onlar ülkemizin sinema alanındaki yüz akları. Hepsi ayrı ayrı çok değerli. Ayçe Kartal, Oğuzhan Kaya, Mehmet Mahsum Aksel, Gülistan Acet, Yakup Tekintangaç, Ziya Demirel, Veysel Çelik, Alper Akdeniz, Burkay Doğan, Ziya Demirel, Şenol Çöm, Ömer Günüvar, son dönemlerde adına en sık rastladığımız yönetmenlerimizde bazıları.
Tam da bu noktada, kısa filmcilerin toplumsal olaylar karşısındaki duyarlılığına ilişkin ne söylemek istersiniz? Kısa filmciler için, içinde olduğumuz çağın dayattığı olumsuzluklara ve duruş gerektiren konulara sırtını dönmeyen, aksine bunu görsel bir hafızaya dönüştüren kimselerdir, diyebilir miyiz?       
Genç sinemacılarımıza günümüzde eskiden olduğu gibi yine büyük görevler, sorumluluklar düşüyor. Bu kesin. Onlar hem öyküler anlatıyorlar hem de yaşadıkları çağa tanıklık ediyorlar. Ticari kaygı taşımadıkları için, kısa film yönetmenleri, uzun metraj film yönetmenlerine kıyasla daha cesur, daha sorgulayıcı ve daha etkileyici filmlere imza atıyorlar. Özelikle belgesel sinemacılarımıza bu konuda büyük iş düşüyor. Ne mutlu ki, gördüğüm kadarı ile bu işin altından da başarı ile kalkıyorlar. Yaşadığı topluma yakından bakan, acılarını, beklentilerini, umutlarını kendi öz benliğinde hissedip bunu sinemasına aktaran yönetmenlerimiz sayı olarak da, dünya sıralamasında ön sıralarda yer alıyor sanıyorum.
Son olarak, kısa filmin geleceğine ilişkin öngörünüz nedir?     
Kültür Bakanlı tarafından hazırlanmış, “Sinema filmlerinin değerlendirilmesi ve sınıflandırılmasına ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmelik” diye bir belge var. Orada kısa ve uzun film ayırt etmeden, “ Ülke içinde üretilen filmler KAYIT ve TESCİL edilmiş olmak kaydı ile, fuar, film festivali, şenlik ve benzeri sanatsal etkinliklerde gösterilebilir “ deniyor. Yani her film için "Eser İşletme Belgesi" isteniyor. Oysa ticari dolaşıma çıkmayan kısa filmler için, eser işletme belgesi istemek pratikte olası değil. Bütün dünyada amatör sinema denen bir alan var. Onca öğrenci filmi, amatör film, kısa film çekilip festivallerde, toplantılarda, fuarlarda gösteriliyor. Aslında bir film için işletme belgesi almak doğru bir işlem. Bu belge filmin o kişiye ait olduğunu gösteren bir çeşit tapu gibi. Ancak kısa film yönetmeninin işletme belgesi alması için yetkili bir film yapım şirketi bulması, filmin haklarını o şirkete devretmesi, telif haklarını ( müzik, senaryo gibi ) çözümlemiş olması, Kültür Bakanlığı'na başvurması ve bankaya belli bir para yatırması gerekiyor. Bu belge tüm dünya ülkelerinde sadece ticari dolaşıma çıkacak filmlerden isteniyor. Her filmden değil. Bu çok olumsuz bir girişim. Festivallerin tüm kişiliğini yok edebilir. O dönemde kim iktidarda ise, festivaller onun bir çeşit propaganda aracına dönüşebilir. Birçok film haksız yere program dışında kalabilir, bir çeşit oto sansür işlemeye başlar. Bağımsız kalmak isteyen festivallerin yaşaması zorlaşır. Festivallerimiz uluslararası arenada çok saygınlık kaybeder. Festival bittikten sonra, destek alan organizasyonlar zaten bakanlığa filmlerin kataloglarını, afişlerini, basılı belgelerini gönderiyorlar. Festival program sorumluları film seçerken “ Şu filmi seçersem belki Bakanlık destek vermez” kaygısını taşıyarak yola çıkarlarsa ülke çok şey kaybeder.
Son olarak şunu söylemek isterim; Kısa film alanı, genç sinemacıların yetişmesi için gerekli olan, bakımı şart bir toprak gibidir. Ne kadar iyi bakarsanız, size o kadar iyi bir gelecek vaad eder. Çağdaş toplumlar arasında yer alabilmenizin önünü açar.
Özgür, bağımsız ve sansürsüz olmak koşuluyla tabii ki.
Hilmi Etikan
Şubat 2016


 
İçeriğe dön | Ana menüye dön