Ana menü:
*Türkiye’de Sinema Eğitimi Üzerine Kısa Bir DeğerlendirmeTürkiye’de halihazırda eğitim veren 72 iletişim fakültesi ve bu fakültelerin bir bölümünün de ayrıca sinema eğitimi veren ikinci öğretimleri var. Bunun yanında farklı fakültelerde sinema eğitimi veren fakat eğitim ve uygulama bakımından içerik olarak benzer olan ikili bir yapı var: Bir yanda iletişim fakültelerinde yer alan radyo, televizyon ve sinema bölümleri, öte yanda güzel sanatlar fakültesi, sinema ve televizyon bölümleri.Güzel sanatlar fakültelerinde yer alan sinema bölümüne de öğrenciler yetenek sınavı ile değil, merkezi yerleştirme sınavı ile alınıyorlar. Ayrıca daha çok teknik ağırlıklı eğitimler veren lise ve yüksekokuldaki iletişim, radyo, TV ve sinema alanlarında eğitim almış, eğitim süresince alanda staj yapmış ve projeler geliştirmiş öğrenciler yatay geçiş ya da sınavla sinema bölümlerine girmekte ve düz liselerden gelen öğrencilerle aynı ortamda kuramsal (daha fazla kuramsal ağırlıklı) ve uygulama dersleri ile dört yıllık eğitim sürecinde dahil oluyorlar.Bu durum öğrencilerin kuramsal ve uygulama derslerine ilgileri, teknik yeterlilikleri ve alana ilişkin gelecek perspektifleri konusunda da heterojen bir yapı ortaya koyuyor. Öte yandan sinema salonu olmayan kentlerde, teorik ve uygulama alanında yeterli akademik kadrosu bulunmayan fakültelerde, altyapısı olmayan sinema bölümleri açılmaya devam ediyor. Sinema perdesinde film izleyemeden, uygulamalı kamera, ışık, ses tasarımı dersleri alamadan, sinemanın sanatsal boyutunu sinematografik, felsefi, sosyolojik, kültürel boyutlarıyla tartışamadan, giderek nicelik olarak artan ama nitelik olarak yetersiz eğitim sürecinden geçen sinema öğrencilerinin sektörde iş olanakları yüzde beşleri geçemezken, işsiz mezunların da sayısı giderek artıyor.
Giderek her yıl artan öğrenci sayısıyla, neden sinema okuduğunun farkında olamayan, önerilen sinema filmlerini izlemeyi, senaryo yazmayı ve film çekmeyi sadece ödev olarak gören dolayısıyla bir an önce yükseköğretimini tamamlayarak KPSS sınavına hazırlanmak zorunda bırakılan, sinemayı kendi beğenisi doğrultusunda izlediği filmler bağlamında algılayan bir öğrenci kitlesi oluşuyor. Bunun yanında teknik olarak ders veren öğretim üyesinden daha ileride olan, lise ve yüksekokulda zaten benzer uygulama eğitimi almış öğrenciler için sinemayı kuramsal bağlamda anlamaya çalışmak sıkıcı ve gereksiz görülebilirken, teknik yeterlilik sinema alanında var olabilmek için yeterli görülebiliyor. Bu da bölüme ve kuramsal derslere olan ilgiyi azaltmakta, diploma almayı tek amaç haline getirmektedir.
Bütün bu koşullarda sinema eğitimi veren akademik personelin idari görevleri, akademik yayın yapma kaygısı, ders yükü yoğunluğu, danışmanlıkları yanında, sinema salonu, film arşivi olmayan ve sinema alanındaki literatürden yoksun binalarda, ulusal ve uluslararası sempozyumlara katılımları desteklenmeden, film ve literatür desteği olmadan tamamen kendi olanaklarıyla kendilerini alanda yetkin kılmak zorunda bırakılıyorlar; kadro ve gelecek kaygısı ile sanat, felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih, ekonomik, siyasi bağlamda derinlikli bir eğitim vermeleri bekleniyor. Bunun yanında sürekli performansa indirgenen akademik başarı akademik çalışmaların ve akademisyen kavramlarının içinin boşalmasına, akademisyenin çalışma alanlarını yamalı bohça gibi “her alanda söz sahibi olabilirim” anlayışına kurban ediyor. Bir yandan her dönem YÖK kararı ile doçentlik sınavları, yabancı dil bariyerleri gibi sık sık alanda yapılan yapısal değişiklikler, akademisyenlerin daha çok kuramsal alanda çalışmaya zorunlu bırakmakta, akademik personelin eksik yanlarını görme ve kendini geliştirebilmelerinin olanaklarını ortadan kaldırırken, hızla değişen akademik unvanlarla her alanda ders verebilmeyi olanaklı kılıyor. Bu karışıklık çoğu zaman fazla araştıramadan, daha çok tek kitaba bağlı olarak yapılan dersler ve alana ilişkin yeni yayınlar takip edilemeden, sürekli gelişen ve değişen ulusal ve uluslararası sinema filmlerini ve yönetmenlerini tarihsel ve toplumsal koşullar bağlamında değerlendiremeden, büyük ekranlarda sinema filmleri izleyemeden eğitim verilmesine neden oluyor. Bu durumda çoğu zaman öğrenciler hocalarını, akademik personel öğrencileri ve sektörü, sektörün akademiye eleştirileri birbirlerini beğenmeme ve suçlamaktan öteye gidemiyor. Oysa bu alanda eğitim alan, veren ve çalışan sistemin içindeki tüm aktörlerin birbirini desteklemesi ve beslemesi gerekirken, sistemden kaynaklı aksayan sorunları birlikte tartışmak ve çözüm önerileri üretmeleri gerekirken, birbirine kuşkuyla bakan ya da birbirini reddeden kısır bir döngüye hizmet etmektedirler. Bir anlamda eğitimin niteliği, eğitime yaklaşım, verilen eğitimin sektörle uyumsuzluğu, sürekli artan farklı isimlerle açılan iletişim tasarımı, görsel medya, radyo, TV, sinema, sinema ve TV bölümleri ile öğrenci kalitesindeki düşüş mezun öğrencilerin sektörde istihdamları gibi, eğitim gördükleri bölümlere olan ilgi ve motivasyonlarını da olumsuz etkiliyor.
Film kuramcısı Jean Mitry, sinemada zanaatkâr ve sanatçı ayrımı yapıyor ve bir kişinin gelişmiş teknik olanaklarla ve kısa bir süre bir yönetmenin yanında çalışarak, ekip işi olan sinemada bir film ortaya koyabileceğini söylüyor. Bu nedenle Mitry sinemada asıl bir filmin estetik boyutuna vurgu yapıyor ve “Bir yönetmenin neyi, ne için istediğini bilmesi ve uzun yıllara dayalı sinemasal çalışmalarını mutlaka sahip olduğu kuramsal bilgilerle destekleyerek filmsel uyum ve dengeyi sağlayabilmelidir” diyor. Bu açıdan Mitry bir yönetmen adayının “bir zanaatkardan daha öte bir sanatçı olmak istiyorsa sinema eğitiminin zorlu sürecine girmek zorunda” olduğunu söylüyor. Bu durumda şu soruyu sormak gerekir: Ülkemizde sinema eğitiminde hedef sanatçı mı zanaatkar mı yetiştirmektir? Meslek liseleri ve yüksek okullarda daha çok teknik bilgi ile donatılan öğrencilere karşın fakültelerin ilgili bölümlerinde kuramsal eğitimin başat olduğu ve uygulama derslerinin teknik altyapı, öğrenci sayısının fazlalığı gibi yaratıcı ortamların bu bölümlerde sağlanamaması nedeniyle, sinemanın sanat boyutu çoğu zaman dikkate alınamadan, “biraz teknik bilgi ile ben de film çekebilirim” duygusunu geliştirmekten öteye gidemiyor.Hiç roman okumadan, tiyatroya gitmeden senaryo yazmak, kısa film, belgesel, ulusal ve uluslararası bağlamda temel filmleri izlemeden, çekim senaryosu yazmayı öğrenmeden, bütçe, oyunculuk, dramatik yapı, ekip üzerinde düşünmeden, günlük yaşamdan gözlemler yapmadan, notlar almadan, resim, müzik, mimari bilgisine ve ilgisine ihtiyaç duymadan “tek başına ben her şeyi yaparım” düşüncesi ve özgüven duygusuyla hareket etmek sinemaya nasıl katkı sağlayabilir? Ya da bir konuyu araştırmadan, farklı perspektiflerden değerlendiremeden, derinlikli bir karakter yaratmaktan uzak konuya ve karaktere farklı pencerelerden yaklaşamadan, kısacası sinemayı sinema yapan birçok öğeyi göz ardı ederek bir film nasıl çekilebilir?
Dolayısıyla Türkiye’de son dönemde filmlerin nicel olarak artmış olması tek başına yeterli değil. Her yıl onlarca film, yüzeysel karakterler, konu bütünlüğü ve dramatik yapıdan yoksun, teknik bakımdan birçok alanda sorunlu, aceleye gelmiş ve üzerinde tam olarak düşünülmemiş, ancak eksiklerinin farkında olmadan festivallere yarışma amaçlı gönderiliyor. Bunun yanında az da olsa iyi niyetli ve kendi içinde tutarlı, tüm olanaksızlıklara karşın ortaya konulan filmler ise hem geleceğe ilişkin umudu geliştiriyor hem de her koşulda izleyicisi ile buluşabiliyor.Emine Uçar İlbuğa ( Birgün Gazetesi Pazar Eki 11.12.2022 )*Kısa filmcilerin uzun çığlıklarıÜlkede hemen her alana sirayet eden ekonomik kriz sinema dünyasını da vurdu. Çocuğunuzun aklına ilk olarak uzun metraj filmler geldi değil mi? Ülkemizde çığlığını duyurmaya çalışan bir de kısa film dünyası da var. Kimi hayal ettiği filmi çekebilmek için kredi çekmiş, kimi de eşinden dostundan borç almış. Tabir-i caizse “piyasa” diye adlandırılan setlerde çalışıp oradan kazandıkları parayı filmlerine yatıranların sayısı da az değil. Yeterli maddi desteği alamadıklarından yakınan kısa film yönetmenlerinin bir diğer sıkıntısı da seyirciye ulaşamamak. Her biri gelecek için umut vaat eden genç sinemacılar yaşadıkları zorlukları ve beklentilerini paylaştı.İYİ PROJELER HAYALDE KALIYOR“Birlikte Yalnız” adlı kısa filmin yazarı ve yönetmeni Kasım Ördek, 23. İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali'nin Ulusal Kurmaca kategorisinde En İyi 2’nci Film Ödülü’nün sahibi oldu. Başrollerinde Ecem Uzun ve Mert Doğan'ın yer aldığı film; İstanbul'un kenar mahallelerinde eski model arabaları çalarak yaşayan Sevgi ve Doğan’ın hikâyesini konu alıyor. Ciddi bir bütçe sıkıntısı yaşadıklarını belirten Ördek, “Eskiden uzun metraja para bulamayan kısa film çekiyordu ama şimdi kısa filme de para bulunamıyor. Bir yılda destek veren tüm kurumlardan ve festivallerden ödül alınsa dâhil bir kısa filmin bütçesi oluşturulamıyor ki bunları hepsini almak hayal zaten. Haliyle para olmayınca daha küçük ekip ekipman kuruluyor. İyi düşünülmüş şeyler yerini gerçekliğe bırakıyor ve hayalde kalıyor” siteminde bulunuyor. Kısa filmlerin yeni dünyaları keşfetme imkânı sağladığını ifade eden Ördek, “Bugün yapılan kısa filmler gelecekteki uzun metrajların da habercisidir. Bu yüzden bir toplum gelecekteki sinemasını keşfetmek istiyorsa hayalleri olan gençlere dönmeli ve desteklemeli” ifadelerini kullandı.SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İSTİYORUZAram Dildar, “Adres” filmi ile Uluslararası Kısa Film Festivali’nde En İyi Üçüncü Film Ödülü’yle döndü. Adres, bir köy öğretmenin kendi memleketindeki arayışını konu ediniyor. Kısa filmcilerin yaşadığı en büyük sorunun sürdürülebilir olmadığını belirten Dildar, yaşanan sıkıntıları şöyle aktardı: “Kısa filmde prodüksiyon kalitesi her geçen gün artıyor ve bu maliyetleri de artıyor. Artan maliyetler karşında destekler ve fonlar maalesef az. Kısa filmin festival dışında maddi bir geri dönüşü çok az. Şu an kısa film yapım süreci, maliyetleri kalitesi artık kısa filmin çok ciddiye alınması gereken bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Bazı platformlar kısa filmleri alıyor fakat maliyetler karşısında verilen ücretler çok az. Şimdiki sıkıntımız sürdürülebilir olmak. Kısa filmlerin kendi kulvarında ilerlemesi güçlenmesi ve izleyici ile daha kolay buluşmasını diliyorum.”DESTEKLER BİLE YETERSİZ KALIYORGökçe Pekhamarat'ın yazıp yönettiği Kuşku, dünya prömiyerini İtalya’da, 19. Salento International Film Festival’inde yaptı. 23. İzmir Kısa Film Festival’inde finalist olarak yarışan filmiyle geçtiğimiz günlerde Amerika’da bu yıl 12’ncisi düzenlenen Arlington Uluslararası Film Festivali’nden (AIFF) Seyirci Ödülü ile döndü. İyi bir kısa film yapıldığında bile kapıların kolay kolay açılmadığını ifade eden Pekhamarat, “Kaldı ki son zamanlarda ülkemizde yapılan kısa filmler, çoğu uzun metrajdan bana göre çok daha cesur ve iyi. Fon bulma konusu da kısa metraj için büyük bir sorun teşkil ediyor. Destekleri alsanız bile filmi çekebilmeniz için mutlaka başka yerlerden de para bulmanız ya da cebinizden para koymanız gerekiyor. Bu da ister istemez sizin bazı şeylerden feragat etmenize neden oluyor. Filmi daha düşük bütçeyle çekmek adına kurduğunuz atmosferden, mekândan, bazı sahnelerden vazgeçmek zorunda kalabiliyorsunuz” diye konuştu.KADIN YÖNETMENLER AZAynı zaman da oyuncu olan ve bir kadın hikâyesini perdeye taşımaya hazırlanan Sema Güler; TRT 12 Punto, Kısa’dan Hisse Film Festivali ve İzmir Kısa Film Festivali’nde finalist olarak yer aldı. Sektördeki kadın sinemacıların azlığına dikkat çeken Güler, “Sektörde, özellikle festival süreçlerinde hoş olmayan durumlar da yaşanabiliyor. Mesela, onlarca projenin ve filmin seçildiği bazı platformlarda bir tane bile kadın yönetmenin projesine ya da filmine yer verilmediğini görebiliyoruz. İyi olan tarafı, bu anlamda farkındalığımızın ve söz söyleme refleksimizin gelişmiş olması. Bu tarz durumların artık normal kabul edilmeyip sinema çevresi tarafından açık ve yapıcı bir dille eleştirilmesi sevindirici elbette. Olumlu ya da olumsuz, her deneyim bizleri geliştiriyor ve üretmeye daha fazla teşvik ediyor” ifadelerini kullandı.EN BÜYÜK SORUNUMUZ TELİF HAKLARIGeleneksel tarım üreticilerinin çevre sorunlarına karşı verdiği mücadeleyi konu alan Ali Cabbar yönetmenliğindeki, 26.Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Umut Veren Erkek Oyuncu ödülüne değer görülen oyuncu Beran Soysal'ın başrolünde olduğu Bahçeler Put Kesildi; 23. İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali'nde Başka Sinema Dağıtım Ödülü'nün sahibi oldu. Filmi doğup büyüdüğü Manisa’nın Sarıgöl ilçesinde çeken Ali Cabbar, yaşanan sorunları şöyle anlattı: “Günümüzde sinema yapma araçları çok ucuzladı ama gerçek anlamda zamansız, izleyiciyi görsel, işitsel ve duyusal bir yolculuğa çıkaracak bir film yapabilmek için, hala iyi sinema araçlarına ve sektör profesyonellerine ihtiyacınız var. Avrupa'da ve dünyada çok etkili kısa film festivalleri yapılırken, bizim festivallerimiz maalesef o düzeyi yakalayamadı henüz. Aslında hepsinin dönüp dolaşıp tıkandığı yer market ve telif hakları problemi gibi geliyor bana. Türkiye'de telif hakları daha güçlü olsaydı, kısa filmin de en az uzun metraj gibi alanı olacağına inanıyorum. Gerçekten her yolu deneyen, iş üretmek için çabalayan, sinema açısından bereketli bir toprak burası. Filmin çekim sürecinde yaşadığım en olumlu şey yaptığımız dayanışma çağrısının karşılık bulmasaydı. Hem ekip arkadaşlarım hem AB Sivil Düşün Programının desteği, hem de çektiğimiz yerdeki köylülerin bu projeyi mümkün kılmak için gösterdikleri katkı, sanırım bu filmi, bu hikâyeyi mümkün kılan en önemli şeylerden birisi oldu.”VERDİĞİMİZ MÜCADELE SİNİR BOZUCUİzmir’de Ulusal Deneysel Kategori’de En İyi Film ödülü alan Larva’nın yönetmeni Volkan Güney Eker ise kısa film çekmenin zorluklarının yanı sıra niteliksiz festivallerin sinemaya verdiği zarardan söz etti. Eker, şöyle konuştu: “Uzun metrajın kısalara nazaran gösterim olanakları ve seyirciye ulaşma şansı çok daha yüksek. Pandemi öncesi Türkiye’de yılda 1200 civarı kısa film çekildiği söyleniyordu. Uzun metrajda bu sayı 100 civarında. Bir kısa filmcinin bir sürü film arasından sıyrılıp seyirciye ulaşması oldukça zor bence. Türkiye'de kısa film festivallerinin sayısı çok gibi gözükse de çoğu maalesef bana göre bir festival değil. Bir festivalin temel ve en önemli işlevi filmleri seyirci ile buluşturmak. Fakat birçok kısa film festivalinde filmler seyirci ile buluşmuyor. Jüri online olarak filmleri izleyip ödüllere karar veriyor. Sadece ödül töreninden ibaret adı "kısa film festivali" olan organizasyonlar var. Yönetmenler ile söyleşilerin olmadığı hatta ortamda sinemanın dahi hiç konuşulmadığı film festivallerine de şahit oldum. Ve bu organizasyonlar çoğu zaman bakanlık ve belediye destekli oluyor. Örneğin, YTÜ Kısa Film Günleri, Galatasaray Üniversitesi Sinepark Kısa Film Festivali ya da Bilgi Üniversitesi öğrencilerinin sıfır bütçe ile kendi imkânlarını kullanarak düzenlediği sinema organizasyonları, bakanlık ve belediyelerden destek alan, tecrübeli organizatörlerin başında olduğu birçok kısa film festivalinden çok daha kapsamlı ve nitelikli oluyor. Bence bakanlık, belediye gibi organizatörlere fon veren kurumların belli niteliksel kıstaslar getirmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü öbür türlü bazı organizatörler festival yaparak kısa filme destek değil daha büyük zarar veriyorlar. Kendi filmimi yaparken karşılaştığım en önemli olumsuzluk bütçesel engeller. Bütçesel engelleri aşmak için verdiğimiz mücadele bazen çok sinir bozucu bir hal alabiliyor.”KISA FİLME DESTEK ÇOK AZNazım Hikmet’in ilk kez hapishaneyle tanışmasına neden olan trajikomik yakalanma öyküsünü anlatacağı projesi 23. İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali'nde İzmir Works Belgesel Pitching ödülünün sahibi olan Enes Yıldız ise sektörde gözlemlediği sıkıntıları“En göze çarpan farklılık kısa filmi özellikle proje halindeyken destekleyen festivallerin az olması ya da destek miktarlarının kısıtlı olması. Direkt olarak kısa film festivali olmayan festivallerde ise kısa filme az yer veriliyor. Çekim süreciyle ilgili ise olumlu şeyler daha önce festivallerde destek alan projeler; izin alınacak yerler konusunda avantaj sağlayabiliyor. Olumsuz şeyler ise proje destek alan projeler ancak proje hayata geçince o desteği alıyor. Böyle olunca haliyle süre uzadığı için ekonomik maliyetler artıyor” sözleriyle anlattı.Gizem Ertürk ( Birgün Gazetesi 14.12.2022 )